Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKıbrıs hezimeti: Bu musibette hayır var mı?

Kıbrıs hezimeti: Bu musibette hayır var mı?

Peki Orta Asya ülkeleri AB’ne yanaşma ihtiyacını neden duymuşlardır? Tabii ki 12 milyar euroluk kredi için değil. Putin’in eski Sovyet coğrafyasında bulunan Rus nüfusu bahane ederek Gürcistan ve Ukrayna’ya yaptığı gibi diğerlerine de saldırabileceği ihtimali Orta Asya’daki ülkeleri ciddi bir şekilde ürkütmüştür. Her musibette bir hayır vardır denir. Semerkant hezimetinden sonra KKTC’nin bağımsızlığını tanıtmaya çalışmanın abesle iştigal etmekten ibaret olduğu iyice anlaşılmış olmalıdır. Bundan sonra iki bağımsız devlet hülyasından geri dönüş yapıp federasyon formülüne dönmenin zamanı gelmiştir.

Arka arkaya gelen iki yurt dışı seyahati nedeniyle yazılarım maalesef biraz aksadı. Bazı okuyucularımın meraklanıp beni sorgulamaları doğrusu hoşuma gitti ve bir süre daha yazmaya devam etmeye teşvik etti.

İlk seyahatimiz üyesi bulunduğum Global İlişkiler Forumunun hazırladığı AB ile ilişkileri canlandırma konusunda her iki tarafa öneriler içeren bir raporu tanıtmak için Forum başkanı değerli meslektaşım emekli Büyükelçi Selim Yenel’in başkanlığındaki bir heyetle Brüksel’e yaptığımız ziyaretti. Doğrusu orada iyi karşılandık.  Belki ülkemize duyulan ilgi ve ikimizin de Brüksel’deki görevlerimiz sırasında iyi izlenimler bırakmış olmamız nedeniyle yoğun programımızda randevu isteklerimizin hepsi kabul gördü.  Türkiye’nin Avrupa savunmasında yer almasının gündemde olduğu ortamda, o sıralarda Cenevre’de yapılmakta olan Kıbrıs görüşmelerinin iyi gitmiş olması sayesinde Gümrük Birliğinin güncellenmesine Kıbrıs Rumlarının koyduğu engelin aşılabilmesinin dahi ihtimal dahilinde olduğunu duyduk.  Ancak temaslarımızın son gününde İBB Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanması anında havayı değiştirdi. Temas ettiğimiz bazı kişiler iktidarın stratejik önemine çok fazla güvendiğini, oysa AB içinde kuvvetli bir akımın ülkemizin AB ile aynı görüşleri paylaşmamakta olmasının savunma işbirliğine de önemli bir sınır getireceği görüşünde olduğuna dikkat çektiler.

Sonradan AB Konseyinde İmamoğlu tutuklanmasını kınamak üzere hazırlanan bildirinin iktidara yakınlığı ile bilinen Macaristan Başbakanı Orban tarafından veto edildiğine, buna karşılık Doğu Akdeniz krizi nedeniyle nerede ise on yıl önce ülkemize kredi vermeyi kesmiş olan Avrupa Yatırım Bankasının (AYB) bu kredilere tekrar başlayacakken son gelişmeler üzerine bunları yeniden askıya aldığına ilişkin duyumlar da aldım.  Oysa bildiğim kadar AYB ülkemizdeki raylı sistem taşımacılığına epey yatırım yapmıştı.  Kredilerin kesilmiş olmasının Arifiye-Bozüyük arası hızlı tren hattının yıllardır bir türlü tamamlanamamış olmasının nedeni olup olmadığı sorusunu aklıma getirmektedir.

Bundan sonra uzunca bir süre AB ile ilişkilerin normalleşmesinin gündemde olması pek mümkün görünmüyor.

Derken 3-4 Nisan’da Semerkant’ta düzenlenen ilk AB-Orta Asya zirvesinden hemen sonra kardeş ülke olarak ilan ettiğimiz bu devletler Güney Kıbrıs’ta ya doğrudan Büyükelçilik açma veya başka bir ülkedeki büyükelçilerini akredite etme suretiyle ülkemizin Kıbrıs politikasına altından kalkılması zor bir darbe indirdiler.  Her şeyi basite indirmeyi seven basınımız ve bazı siyasilerimiz bunu ihanet olarak tanımlamışlar, bu ülkelerin Kıbrıs Türklerini ve ülkemizi 12 milyar euro tutarındaki AB kredileri uğruna “sattıklarını” iddia etmişlerdir.  Oysa petrol ve gaz zengini olan Kazakistan ile Türkmenistan’ın AB kredisine muhtaç olmadıklarını başkentleri Astana ile Aşkabat’ı görmüş olan herkes bilir.  Kaldı ki bu kredi esas itibarıyla bizim de yararlanacağımız Rusya’dan bağımsız olarak Orta Asya’yı batıya bağlayacak Trans-Hazar koridoru için kullanılacağı anlaşılmaktadır.

Zaten tabii işler o kadar basit değildir.  Bu yıl 42inci kuruluş yıldönümünü yaşayacak olan KKTC’ni Orta Asya Cumhuriyetleri ve en yakınımız olduğu iddia edilen Azerbaycan dahil hiçbir ülkenin tanımadığı gerçeği maalesef karşımızda. Değil tanımak zaman zaman iddia edilenin aksine Ercan havaalanına direkt uçuş seferleri dahi mümkün olamamaktadır. Zaten KKTC ilk ilan edildiğinde amaç onu dünyaya bağımsız devlet olarak tanıtmak değil, eski Anayasaya göre tekrar aday olması mümkün olmayan rahmetli Denktaş’a başta kalma imkanı vermek olduğunu o devri yaşamış olanlar çok iyi bilir. Nitekim uzun bir dönem tanıtma konusunda bir gayret harcanmamış, KKTC ilanının federasyon çözümünü engellemediği bunu öngören müzakerelerin yıllarca devam etmesiyle görülmüştür. Ayrıca 2004 yılında yapılan ve KKTC’nin yeni kurulacak ortak Kıbrıs Cumhuriyetinin bir parçası olmasını öngören Annan Planına ezici bir çoğunlukla evet diyen Kıbrıs Türklerinin bağımsız KKTC’ne pek de sarıldığı söylenemez.

Yazılarımı takip etmiş olan değerli okuyucularım  2001-2003 dönemi arasında yürütülen Annan Planı üzerindeki müzakerelere o zamanlar ülkemizi ve Kuzey Kıbrıs’ı yöneten rahmetli Ecevit ile Denktaş’ın sırt çevirmiş olmalarının yakın tarihimizin belki en büyük dış politika hatası olduğunu düşündüğümü bilirler.  Plan Kıbrıs’ın AB’ne Katılma Antlaşmasının imzalandığı 14 Nisan 2003’ten önce Türkiye tarafından kabul edilmiş olsaydı, Antlaşmanın bir parçası olacak, AB hukukuna girecek ve Rumlar tarafından reddedilmesi mümkün olmayacaktı. Zira Planı reddetmek parçası olduğu Antlaşmayı reddetmek anlamına gelecek ve Kıbrıs’a AB’nin kapılarını kapatacaktı. Ne yazık ki yakın tarihimizde kaçırdığımız ilk ve son fırsat bu değildir. Ve tabii kaçırılan fırsatlar geri gelmiyor.

Orta Asya Türki Cumhuriyetlerinin AB’ne yaklaşmalarının bir sonucu tabii ki Birliğin üyesi olan Kıbrıs’ın sadece AB tarafından değil biz hariç tüm dünya tarafından adanın tek meşru hükümeti olarak tanınan yönetimi ile diplomatik ilişkiye girmeleridir.    Onların da imzaladığı Ortak bildiride KKTC’ni yok farz eden BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunmuş olduğuna medyamız haklı olarak dikkat çekmiştir.      

Peki bu ülkeler AB’ne yanaşma ihtiyacını neden duymuşlardır? Tabii ki 12 milyar euroluk kredi için değil. Temasların 2022 yılından itibaren yoğunlaşmaya başlamış olması bu sorunun cevabını beraberinde getiriyor.  Putin’in eski Sovyet coğrafyasında bulunan Rus nüfusu bahane ederek Gürcistan ve Ukrayna’ya yaptığı gibi diğerlerine de saldırabileceği ihtimali Orta Asya’daki ülkeleri ciddi bir şekilde ürkütmüştür. Zaten Rusya’nın Kazakistan’ın kuzeyi üzerinde gözü olduğu daha Yeltsin döneminden bu yana bilinmektedir. Putin Ukrayna’da istediklerini elde edebilirse şüphesiz eski Rus imparatorluğunu ihya etme hülyasını gerçekleştirme yönünde hareket etmeye devam ederek, batıda Baltık ülkelerine doğuda da Orta Asya’ya uzanmaya çalışacaktır.  Bu da haliyle Orta Asya ülkelerini kendilerine yeni ortak arama girişimlerine teşvik etmektedir. AB’nin bu ülkeleri Rusya’ya karşı ne ölçüde koruyabileceği tabiatıyla çok açık değildir. Ancak yine de caydırıcı tarafı olabilir.  AB açısından ise bu diyalogun belki en önemli faydası Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımların bu ülkeler üzerinden delinmesinin engelleneceğine ilişkin ortak bildiride yer alan ifadelerdir.  Oysa Ukrayna savaşı başladığında yaptırımların ülkemiz ile Kazakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden delindiğine ilişkin haberler çok yaygındı.  İktidarın topraklarımızın bu amaçla kullanılmaması için tedbir alması, Birleşik Arap Emirliklerinden sonra da şimdi Kazakistan’ın de yaptırımların delinmesini engelleme taahhüdünde bulunması AB için şüphesiz önemli bir kazanımdır.

Ancak Orta Asya’daki Rus azınlıkların mevcudiyetinin AB’den bağımsız olarak da ilgili ülkelerin Kıbrıs’a bakış açılarını şekillendirdiğine şüphe yok. Güney Osetya, Donets ve Luhansk’ta Rusya’nın kurdurduğu Türkiye dahil dünyanın nerede ise tamamı tarafından tanınmayan sözde devletçikler eski Sovyet coğrafyasındaki bağımsız ülkeler için maalesef çok çekici örnekler değildir.  Açıkça söylemeseler dahi bunlar ile KKTC arasında paralel çizenler vardır. Nitekim Türki devletler ile ülkemiz arasında kurulan oluşumlara KKTC’nin katılmasına hep soğuk bakmışlar, eşit statü verilmesine yanaşmamışlardır.

Tabii ülkemizde KKTC’nin hukuki gerekçesinin 1960 Garanti Antlaşması olduğunu öne sürecek olanlar vardır.  Ne yazık ki bu Antlaşma da ülkemizde yanlış tanıtılıyor.  Şöyle ki, Antlaşmanın IVüncü maddesi ülkemize ve diğer garantör ülkeler Yunanistan ile Birleşik Krallığa Kıbrıs’ta istedikleri düzeni kurmayı değil, sadece bozulması halinde 1960’ta kurulan düzeni yeniden ihya etme hakkını birlikte veya ayrı ayrı veriyor. Yani 1974 Cenevre Konferanslarında Türkiye artık 1960 düzenini tekrar kurmak istemeyip daha ötesine gitme iddiasını ortaya koyunca artık Garanti Antlaşmasını öne sürmek inandırıcılığını kaybetmiştir.  Ancak ne yazık ki bu gerçekleri görmek ülkemizde hiçbir siyasetçinin ve çoğu yorumcuların işine gelmemiş, kafamızı duvarlara çarpmak her zaman daha cazip gelmiştir.

Yine de her musibette bir hayır vardır denir. Semerkant hezimetinden sonra KKTC’nin bağımsızlığını tanıtmaya   çalışmanın abesle iştigal etmekten ibaret olduğu iyice anlaşılmış olmalıdır.  Bundan sonra iki bağımsız devlet hülyasından geri dönüş yapıp federasyon formülüne dönmenin zamanı gelmiştir. Cenevre süreci buna imkân vermektedir.  Tabii ne yazık ki kaçan Annan Planı fırsatını geri döndürmek mümkün olmayacaktır. Çözüm olacaksa onun gerisinde olacaktır çünkü her geçen gün iktidar AB’den uzaklaştıkça Rumların eli güçlenmektedir.   Bu da ülkemizde hiçbir iktidarın şimdiye kadar gösteremediği kadar cesaret gerektirmektedir ki ben bunun olabileceğine ihtimal görmüyorum.  Dolayısıyla maalesef statüko devam edecek, Kıbrıs Türkleri geleneksel yaşam tarzlarının gitgide ayak altına alındığı ülkelerinde yabancılaşmaya devam edecek ve dünyadan kopuk vaziyette yaşamaya mahkûm olacaktır.   Basından takip edebildiğim kadarıyla Kıbrıs Türkleri gittikçe artan bir oranda bu durumdan ülkemizi sorumlu tutmaktadır.  Bu da haliyle son derece sakıncalı ve sağlıksız bir şeydir.  

- Advertisment -